Köşe Yazıları / Doç. Dr. RESUL İZMİRLİ


Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi!

Anadolu esnaf kültüründe 'Bu dükkân sizin mi?' diye sorsalar ne cevap verilir? Bir kere o dükkânın sahibi biraz kızarır ve hafiften 'Evet bize emanet' der. Bunu derken de gerçekten o mülkün emanetçisi olduğuna samimiyetle inanır. Aslında bu muhteşem olduğu kadar sevimli kültürü devam ettirebilsek neler başarırdık kim bilir? Tabiî işi sadece bir sözün etrafında döndürmek yetmez. O sözün kristalleştirdiği mânâyı da beraber ve etraflıca ele almak gerekir. Emanet söz konusu olunca kültürümüzde hemen akla gelen 'Ona ihanet etmemektir.'
Şimdi bu 'Emanet' meselesini biraz açmaya çalışalım.

Mesela bütün patronlar şirketlerinin kendilerinde emanet olduğuna inansalar, o zaman kendilerine bir şekilde tevdi edilen 'kaynakları en iyi ve verimli şekilde kullanmaya' gayret etmek zorunluluğunu hissederler. Böyle olunca o şirketi daha iyi yönetebilmek ihtiyacını duyar. Bu konuda kendini geliştirmeyi vazife edinir. Böyle düşününce de her türlü teklif ve tenkide açık bir davranış sergilerler. Servetin ve gücün her fanide yaptığı tahribattan mümkün mertebe paçayı kurtarma imkânına kavuşurlar.

Her seviyedeki yöneticiler kendilerine tevdi edilen makamı bunun sağladığı gücü ve de çalışma arkadaşlarını 'emanet' olarak görseler, başarılı yönetim yarışına çok avantajlı başlarlar. Çünkü o zaman iş hayatının en büyük handikaplarından olan 'yöneticilerle-yönetilenler arasındaki duvar' baştan yıkılmış olur. Çünkü bu duvarın en büyük sebebi yöneticilerin çalışma arkadaşlarını emanet olarak değil, sırtlarına basılıp yükselinecek varlıklar olarak görmeleridir.

Bir şirkette çalışanlar işlerini rızıklarını temin etmeye yarayan bir şey olarak görme yanında bir 'emanet' olarak görseler, o işi daha iyi yapabilmenin yollarını kendiliklerinden arar bulur samimiyetle tekliflerde bulunurlar. Şirketin en ufak kaynağının israf olmaması için ellerinden gelen gayreti gösterirler.

'Ne güzel hayal kuruyor adam bugün!' diyenlerinizi duyar gibiyim. Hayır bendeniz hayal mayal kurmuyorum. Sadece en yakın tarihimizde dünyaya nizamat veren 'Osmanlı İmparatorluğunun' iş hayatına nizam veren 'Ahilik Kültürünün' önemli ögelerinden minicik bir tanesinin bugünün iş dünyasına adaptasyonu nasıl mümkün olabilir diye kafa yoruyorum. Gelin siz de mesela o kültürün 'Önce sen, sonra yine sen' diyen diğer bir yönüne kafa yorun. Hatta becerebiliyorsanız yakışıklı üniversitelerinizde 'Ahilik Kültürü' ile ilgili bölümler açın, bu konuda doktora çalışmaları yaptırın. Bakın bakalım 'Cihan Devleti' olmak öyle kuru laftan mı ibaretmiş!..

Arkadan tutulan lamba

Çok zengin, fakat bir o kadar da cimri bir adam, bir gece oğlu ile evinin bahçesinde oturuyorlardı.
Bir ara oğluna; "Oğlum artık yaşlandım, üstelik hastayım, eğer ben ölürsem sana vasiyetim, malımın üçte birini ayır, fakirlere ver" dedi. Oğlu da; "Baba ne güzel düşünmüşsün. Bunu sonraya niçin bırakıyorsun, sen kendin versen daha iyi olmaz mı?" dedi.
Babası: "Oğlum benim elim varmıyor vermeye, yapamam. Bir kuruş vereceğim zaman sanki canım çıkıyor. Ama ben öldükten sonra sen verirsin" dedi.
Sonra eve gitmek içi kalktılar. Oğlu feneri getirdi ve babasının arkasında yürümeye başladı. Işık babasına arkadan geldiği için adamın sırtına isabet ediyor ve önüne gölge yapıyordu. Babası; "Oğlum önüme geç, ışığı önüme tut" dese de, oğlu ısrarla babasının arkasından yürüdü ve ışık sırtına geldi. Derken yaşlı adam önünü göremeyip yere düştü. Oğlu, babasını yerden kaldırırken; "Özür dilerim baba, fakat şunu öğrenmeni istedim: insan ışığı arkasına alırsa kendi gölgesi önüne düşer, önünü göremez. Fakat ışık önden gider, insan onu takip ederse, önü aydınlanır, rahat eder. İşte bunun gibi sen de hayır ve hasenatını önden gönderirsen, ahirette sana faydası olur.

Kendinden sonraya kalan hayrın bir faydasını göremezsin, çünkü onun sevabı hayatta iken verilir.